Hakan Güngör
Klinik psikolog Büşra Küçük’ün ‘Beni Sevmeyen Hanginizdi?’ kitabı, Altıkırkbeş Basın Yayın tarafından yayımlandı. Üniversite eğitimini Marmara Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik bölümünde ve İstanbul Kent Üniversitesi Klinik Psikoloji alanında tamamlayan Küçük kitabında, “ilişkisizlikte ustalaşmayı”, kendisinden epeyce rol çalınmış “arkadaşlık ilişkilerini”, iletişimlerdeki beklentileri, vedaları, kaygıyı konu ediyor.
Büşra Küçük ile ‘Beni Sevmeyen Hanginizdi?’yi konuştuk.
Bu konuda hiçbir yetkinliği ve eğitimi olmamasına rağmen birkaç psikoloji terimini bir de yanlış şekilde kullanarak “güya psikoloji” paylaşımları yapanlar, yetkinliğini popülizme kurban edenler var. Görünce sinirleniyor musunuz?
Hızlı bir giriş oldu. Doğrusu evet, biraz sinirleniyorum. Ama eminim benim paylaşımlarıma da birileri sinirleniyordur. Bu alanda çalışan insanlar olarak bazen yıllarca terapiden sonra oluşabilecek farkındalıkları, tespitleri kısa yoldan sosyal medyada paylaşma eğiliminde olabiliyoruz. Özeleştirimi vermiş olayım, bunu, anladıklarımı paylaşma arzusuyla bazen ben de yapıyorum ama düşününce ne kadar işe yarar olduğundan emin değilim.
Soruya dönecek olursam; çok absürt paylaşımlar oluyor hakikaten, özellikle birtakım kişilik bozukluklarının canavarlaştırılması canımı sıkıyor. Yani bir psikoloğun “Narsist(!) partnerinizden nasıl kurtulabilirsiniz?” tarzında paylaşımlar yapması elbette akıl alır gibi değil.
Kitaba dair uzun zaman önce konuştuğumuzu hatırlıyorum. Yayımlanacağını öğrendiğimde çok sevindim, siz ne hissettiniz?
Kitap meselesi benim için gerçekten önemliydi. Çok acılar yaşandı. Dolayısıyla evet, sonuçta yayımlanması tabii ki mutlu etti.
‘İLİŞKİSİZLİKTE USTALAŞARAK İLİŞKİNİN TATMİNİNİ KAYBEDİYORUZ’
“Diğerine yakın olmak kendine yakın olmaktan geçiyor. (…) Buradan bakılınca ıssızlık etiketi kendi ‘boşluk, anlamsızlık’ duygularıyla baş edemeyenin sığındığı bir paravandır da diyebiliriz” diyorsunuz. Kitapta detayları var ama burada da sormak isterim, kendi boşluğuyla yüzleşmeyenin suçlamaları da bol oluyor, hangi tarafta olduğumuzdan nasıl emin olabiliriz?
Özellikle partner ilişkilerinde, ilişki içinde kalamamayı çok çeşitli biçimlerde allayıp pullayıp kendimize de ötekine de kabul ettirme konusunda ustalaşıyoruz. Entelektüel uğraşlarla, işkoliklikle, sorumluluk almayarak, bir ilişkiden ötekine savrularak ve daha başka yollarla. Böylelikle iki özne olarak ilişki kurmanın verebileceği tatmini de kaybediyoruz. Kendi boşluk duygumuza dokunmamak için yakınlıktan kaçınabiliyoruz. Bunu herkes böyle yapar demiyorum ama bu eğilimde olanların da az olmadığını düşünüyorum. Öyleyse kendi kaçınganlığımıza bakmak, suçlamadan çok anlamaya çalışmak daha işlevsel görünüyor. Zaman zaman herkes iki tarafta da olabilir, mesele “Acaba ben neden korkuyorum?” diyebilmekte.
‘ARKADAŞLIKTA BENZERLİK BİRİCİKLİĞE TEHDİT GİBİ ALGILANABİLİYOR’
Yine kitaptan bir alıntı: “Arkadaşlık —çok şikâyet ettiğimiz romantik ilişkiler kadar konuşulmaya değer görülmese de— incelip incelip kopan yorgun iplerle yorgun benliklere bağlanmaya çalışılıyor.” Sizce neden arkadaşlık ilişkileri o kadar da üzerine düşünmediğimiz şeyler haline geldi?
Kitapta en çok sevdiğim konulardan biri bu; arkadaşlık. Sorunun cevabını ben de bulmaya çalışıyorum. Çeşitli sebeplerle çok arkadaş kaybı yaşamış biriyim. Arkadaşlığı çok önemsiyorum ve orada yaşanan kayıplar beni derinden üzüyor. Tüm yakın ilişkilerde olduğu gibi arkadaşlıkta da türlü “aktarımlar”, özellikle kardeş dinamiği işliyor. Yani kendiyle benzer ilgilere sahip, benzer uğraşlardan haz alan biri, diğeri için hem yakınlık hissedeceği biriyken hem de kendi biricikliği için bir tehdit olarak algılanabiliyor. Nasıl kardeşlikte sevgiyle haset kol kola ise arkadaşlıkta da benzer. Hem yapıcı hem yıkıcı duygular yoğun. Rekabet gerçekliği var. Hal böyle olunca işler karmaşıklaşıyor.
Bir yandan da “öteki” hep arızalı…
Çünkü çok fazla benmerkezci bir çağdayız. Kitaptaki arkadaşlık yazısında da üstünde durduğum şey buydu, o toksik, şu şöyle, bu böyle diye diye ortada kimse kalmadı. Tamam da arızasız olmak mümkün mü? Kimse diğerinin arızasına tahammül edemiyor. Kendi zorlayıcı taraflarımızın pek farkında değiliz sanki. Hep ötekine bakıyoruz. Affetmeye uzağız. Ya da her affedişi kendimizden verilen bir taviz olarak algılıyoruz. Evet, bu bazen böyledir de. Zararlı olanı sürekli içerde tutmak insanı içten içe çürütür. Ama herkes mi zararlı? Bir yerde kayışın ucu kopmuş gibi geliyor bana. Birbirimizin hiçbir zorluğuna tahammülümüz yoksa zaten ilişki diye bir şey olmaz. Şu da var, sosyal medya da bir yakınlık illüzyonu yaratıyor. Türlü uyarıcıyla dolup taşıyoruz, kim oturup da arkadaşlığı dert edinecek. İzole hayatlarda vakit dolduruyoruz.
‘KAYGI, ZOR KARAKTERLİ BİR ARKADAŞ’
Kaygı ile ilgili yazdıklarınızın sonunda hep belli bir noktaya varıyorsunuz. Önce endişeyi, kaygıyı tanımaya çalışmak… Bir yanıyla da kendimizi bunca dışsal gürültünün içine atmamız da en çok o tanışma evresinden korkmamızdan kaynaklanıyor olsa gerek…
Kaygı büyük mesele. Ondan ne kadar kaçarsak o, o kadar yakamıza yapışıyor. Onu yok etmeye çalışırsak kendini dayatıyor sanki. Dolayısıyla onu anlamaya çalışmak gerekiyor. Bizim dışımızda bir şey değil, içten, bizden bir duygu. Oldukça kuvvetli, baş etmesi bazen güç. Ve söylediğin gibi, kaçınmak için elimizden geleni yapıyoruz çünkü korkuyoruz. Ben kendimi kaygı seviyesi yüksek biri olarak tarif edebilirim. Yıllar içinde ne kadar kaçtıysam o kadar yakalandım. Ama aynı kaygı bana bir sürü şey ürettirdi. Kaygım olmasa, kendimle ilgili bir derdim olmasa sanıyorum beni ben yapan pek çok özelliğim de olmazdı. Kaygıyla baş etmek için geliştirdiğim mekanizmaların bir kısmı işlevsiz olsa da bazısı çok işlevsel, çok ferahlatıcı oldu. Yani demem o ki evet, kaygı zor karakterli bir arkadaş ama insana katkısı da paha biçilemez.
Kaygıdan kaçınmak bir tür kaçma-kovalama sahnesinden ibaret oluyor sanki ve kaygı bizden hızlı koşuyor.
Güvenmeyi denemeden, sevmeye yeltenmeden dünyayla nasıl hakiki bir ilişki kuracağız? Hiç ilişkilenmemek de bir seçenek fakat cansız bir seçenek. Ben de kitaptan bir cevap vereyim: İçimizdeki stres kayalarını oyarak fokurdayan kaygı cevherine ulaşmak ve yaratıcı enerjinin de aynı fokurtudan yüzeye fışkırma eğiliminde olduğunu anlamak kıymetli.
Bir kitap yayımlandıktan sonra ona tekrar bakmaktan pek hoşlanmam, insan her bakışında “Şurası şöyle olabilirmiş” der çünkü, sonu gelmiyor. Siz baktınız mı ve siz de kitabınıza dair benim gibi, “Yazıların sıralaması daha farklı olmalıymış zira azıcık ayrı düşmüş sayfalardaki kimi yazıların uç uca gelmesi daha iyi olurmuş” dediniz mi? Ya da “Farklı zamanlarda yazılmış yazılar arasında üslupta bazı farklar olmuş” gibi bir şey geçti mi aklınızdan?
Kitap yayımlandıktan sonra tekrar tekrar çok fazla baktım, çok fazla kaygılandım ama günün sonunda bunlar pek de bir işe yaramadı çünkü artık çok geçti. Eleştirini sonraki baskılar için yine de akılda tutmak isterim.
‘BU ALAN ‘TERAPİSTİMLE KAHVE KEYFİ’NE İNDİRGENEMEZ’
Peki, kitaplar bizim terapistimiz olabilir mi? Psikoloji “evde deneyebileceğimiz” bir şey mi?
Hayır tabii ki. Terapi başka bir deneyim. Kitaplar bunun için belki sadece bir yol arkadaşı olabilir. Birtakım aktiviteler için (tatile çıkmak, spor yapmak, yağmurda yürümek, kitap okumak) terapi gibi denmesini ise hatalı buluyorum. Hiçbiri terapi değil, anlık rahatlama ya da huzur verecek herhangi bir deneyim terapi gibi değil. Zaten bence terapi de en başlarda uzunca bir süre huzur vermek yerine huzur kaçırmayı kendine iş edinir. Bir de şu var; terapiyi rahatlatıcı bir aktiviteye benzetmenin tam da çağımız tüketim toplumuna uygun bir tutum olduğunu düşünüyorum. Kişilikteki psikopatolojilerle, travmayla vs. çalışılan bir alan “terapistimle kahve keyfi”ne indirgenemez.
‘Altını Çizenler Kulübü’ adlı bir okuma kulübünüz de bulunuyor.
Her hafta cuma akşamı Müze Gazhane’de belirlediğim farklı temalar için bir araya geliyoruz. O temayla ilgili daha önce kitaplarda okuyup da etkilendiğimiz kısımları getiriyoruz ve okuyup üstüne konuşuyoruz. Bir yılı aşkın süredir “fugamundi” ile birlikte sürdürüyoruz. Tam da bu aidiyet sayesinde devam ediyor bence. Başta bu kadar sürdürülebileceğini düşünmemiştim. Ama zamanla oranın bir karşılaşma alanı olduğunu, insanların birbirinden entelektüel ve duygusal olarak beslendiklerini ve buna ne kadar ihtiyaç olduğunu anladım. Her hafta muhakkak yeni eklenen katılımcılar da oluyor, sürekli devam edenler de. Kulübün sanki bir dili, mizah anlayışı falan oluştu gibi geliyor bana. Belirli bir kitabı okuyup onun üstüne tartıştığımız bir yer değil, temalar üzerinden herkes istediği kitabı getiriyor. Bu da sanıyorum etkileşimi artırdı.